İşte
karşımdaydı. Aylardır ziyaret etmekten kaçındığım yer: Huzurevi… Ziyaret
etmekten kaçınıyordum çünkü, korkuyordum. Onu anlattıkları gibi görmek, öyle
olabileceğine ihtimal bile vermek bana acı veriyordu.
Huzurevinin
bahçesinde ilerlerken hüznün mevsimi sonbaharın etkileri barizdi. Ağaçlar
yapraklarının hemen hepsini dökmüştü. Turuncu tonları etrafı çepeçevre
sarmıştı. Hava bulutluydu ve serin bir rüzgar esiyordu. İki katlı huzurevinin
eski kapısını açıp içeri girdim. Gördüğüm ilk bakıcıyı kolundan tutup, o
gitmeye korktuğum odayı soracaktım ama boğazım düğümlendi. Nefes almakta sıkıntı
çeken bir halde zar zor ismini söyledim. Halimi gören bakıcı beni odaya kendi
götürmeyi teklif etti. Kabul ettim.
Gıcırdayan
merdivenlerden yukarıya çıkıyorduk. Bir an sendeledim. Kalbime tekrar tekrar
saplanan acı daha da derine iniyordu. Duvara yasladığım elimi kalbime götürdüm;
acımı dindirmek istercesine. Tedirgin bir suratla “İyi misiniz?” diyen bakıcıya
cevap vermek için ancak kafamı sallayabildim. Derin bir nefes alıp son kalan
basamakları da çıktım ve kapının önüne gittik. Kısık bir sesle “Sağolun” dedim.
Bakıcı, hiç uzatmadan hızlı adımlarla benden uzaklaştı.
Elimi,
ahşap kapının üzerinde gezdirirken aklımdan bin türlü düşünce geçmekteydi.
Sonunda elimi kapının kulpuna götürüp kapıyı açtım. Attığım ilk adımda aldığım
kolonya kokusu, beni çocukluğuma götürdü. Diğer adımımda ise çocukluk anılarım,
ortasından kırılıp günümüze döndürdü beni. Diğer adımlarımda kolonya kokusu
daha da yoğunlaşıyordu ve sonunda onu gördüm.
Yüzündeki derin çizgiler; senelerin sıkıntısını, tecrübesini, hüznünü,
kederini ve daha nicesini o istese de istemese de belli ediyordu. Oturduğu
sandalyesinde gözlerini pencereye ciddi bir şekilde dikmişti. O bakışların
altında kırgınlık, çocukça bir öfke, belki de unuttuğu geçmişinin bıraktığı
boşluğun yarattığı huzursuzluk yatıyordu. Dedikleri gibiydi. Evet, unutmuştu.
Hemen her şeyi… Alzheimer bir sülük gibi, geçmişini ele geçirip ondan
besleniyordu. Her geçen gün tek tek unutuyordu; çocukluğunu, gençliğini,
ailesini… Gözlerim dolarak:
-
Dede
Diyebildim. Aniden dalgınlığı bozuldu ve yavaşça
yüzüme dönüp baktı. Bakıyordu, bakıyordu ama boştu. Sorgulamak bile istemiyor
gibiydi. Sesim titriyordu, neredeyse ağlayacaktım:
-
Dede. Benim, torunun. Hatırlamadın mı?
İfadesi değişti:
-
Kim?
Diye sordu. İçimde varolan tek umut da paramparça
olmuştu. Hatırlamıyordu işte. Oysa ben küçükken, beni görür görmez ilk o
gelirdi yanıma, sarılırdı bana. Hediyeler alırdı, sevgi sözleri yağdırırdı. Ben
onun torunuydum, canının canıydım.. Oyunlar oynardık, sadece dünyada ben ve o
varmış gibi davranırdık. Ama şimdi… Kendimi arkamdaki sandalyeye bıraktım:
-
Hatırlayamadın mı beni?
-
Hayır.
Ağlamaya başladım. Hıçkırıklarla ağladım. Acım
giderek artıyordu.
-
İyi misin?
Diye sordu, sordu olmasına ama içinde şefkatten çok
merak var gibiydi. Kendi derdi kendine yetiyordu, bende karşısında oturmuş
ağlıyordum. Durduramıyordum ama göz yaşlarımı.. Ayağa kalkıp hemen yanındaki
yatağa oturdum. Gözlerinin içine bakıp:
-
Hiç mi tanıyamadın dede?
Diye sordum. Başını hayır dercesine salladı hafif
hafif. Uzanıp elini tuttum, ağlamaya devam ediyordum. “Beni de unutmuş"
diye içimden geçirdim. Başımı kaldırıp:
-
Peki, hatırlamana yardımcı olmamı ister misin?
-
Neyi?
-
Beni, diğer torunlarını, çocuklarını, aileni..
-
Benim ailem mi var?
Bu söz çok ağır gelmişti.. Hayatının amacı ailesi
olan bir insanın, bir illet yüzünden amacını unutması ve bu unutanın dedem
olması çok acı. Dedem gibi bir insanın: hayatı boyunca namuslu, ayaklarını hep
yere basan, idealist, sevgi dolu bir insanın böyle bir hastalığa yakalanması...
Boynuna sarıldım, daha da çok ağlamaya başladım.
-
Dede, niye sana geldi ki bu hastalık... Ben
küçükken beni çok severdin dede. Hep beraber oyun oynardık. Hatta bak, bu
kolyeyi sen aldın bana..
Boynumdaki kalpli gümüş kolyeyi ona gösterdim.
Bakıyordu, sadece bakıyordu… Oda da durduğum her an daha çok acı çekmeme neden
oluyordu ama çıkamıyordum. Eğer gidersem onu bir daha ki sefere ya artık hiç
konuşamıyor olarak ya da ölmüş olarak görebilecektim. Hastalığı çok hızlı
ilerliyordu, en azından doktorun dediği buydu. Tekrar elini tuttum ve eline
kapanarak ağlamama devam ettim.
-
Dayanamıyorum dede, bu acıya dayanamıyorum. Seni
böyle görmeye dayanamıyorum. Seni daha da kötü olarak görme ihtimalimden
korkuyorum. Seni bu huzurevine hiç yatırmamalılardı, beni dinlemelilerdi. En
azından hep yanımızda olurdun. Çocuklarından bu muameleyi hak etmiyordun sen.
Hele bu muamelenin üstüne bu hastalığı hiç hak etmiyordun. Burada ne yapıyorsun,
ne yiyor ne içiyorsun, ne düşünüyorsun…
Aklıma yıldırım gibi düşen düşünceyle irkildim.
Başımı kaldırıp:
-
Benimle gelsene dede. Ben bakarım sana. Ev çok
büyük zaten, temiz güzel bir odaya yerleştiririm seni. En azından son
zamanlarını beraber geçiririz. Ha?
-
Olmaz.
Dedi. İfadesizce, yüzünü ben geldiğimde baktığı
yere döndü ve başka kelime de etmedi. Çarpılmış gibiydim. Buruk bir hisle
yüzümü çevirirken gözüm, çekmecenin üstündeki ciltli siyah deri deftere ilişti.
Elime alıp okumaya başladım. Yazmayı hep seven dedemin günlüğü. Huzurevindeki
her gününü, duygularını, evre evre hastalığını yazmış ve düşünme yetisi yavaş
yavaş kaybolmaya başladığında da kalemi elinden bırakmış. Saatlerce o cama
baktı, bense günlüğünü okudum.
Çok
üzülmüş, huzurevine yerleştirildiği için. Önce öfke duymuş çocuklarına, sonra
kıyamamış kendi içinde affetmiş. Seneler önce vefat etmiş olan büyükanneme
küçük mektuplar yazmış. Hastalığını ilk öğrendiğindeki acıyı yazmış ve sonlara
yakın sayfalardan birisinde ise:
“ Çocuklarım, gelinlerim, damatlarım, canım ciğerim
biricik torunlarım..
Evet, böyle bir hastalık beni yakaladı ve belki siz
beni hatırlayıp da ziyarete geldiğiniz gün ben sizi tamamen unutmuş olabilirim.
Hepinizi çok seviyorum. Beni huzurevine bırakmış olsanız da size kıyamıyorum.
Şimdiden sizi unutacağım için özür diliyorum. Ben öldükten sonra miras kavgası
yapmayın, vasiyetimi çoktan yazıp avukatıma verdim bile.
Son bir ricam daha var. Ben ölmeden önce umarım
hepiniz beni ziyaret etmiş olursunuz. Gözlerinizden öpüyorum.”
Daha da çok ağladım. Dedemin yanağını öptüm ve
defteri de yanıma alarak gittim. Her gün, dedem vefat edene kadar her gün
dedemi ziyarete geldim.
Dedeciğim, keşke o huzurevine hiç yatmamış ve keşke
hiç Alzheimer olmamış olsaydın…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Merhaba okur :) Yorumun için teşekkürler ^.^
NOT: Lütfen yorumunuza blog adresinizi ayrıca yazmayınız. Zaten isminize tıklayarak bloğunuza ulaşabilir herkes. Blog adresi(url) yazan yorumlar yayımlanmayacaktır.
Sataşmak amacıyla yazılan ve bunu yapmış olmasının üstüne birde anonim olan yorumlar,
Spam yorumlar yayımlanmayacaktır.
Anonim yorumlar rahatsız etme amacı gütmediği sürece yayınlanır ^^