Yazılarımı okuduktan sonra yorum yapmayacak olsan bile yazımın hemen altındaki "okundu" butonunu işaretle olur mu :)

24 Nisan 2013 Çarşamba

"Sınıfça işbirliği yaptık"

"Miraba cınım. Sınıfça işbirliği yaptık, yarın okula gitmiycez. Sende gitme yoksa mal gibi ortada kalırsın. Oldu mu tatlıııımm?"

Yanlış anlamayın yukarıdaki sözler arkadaşımın arkadaşça sözlerinden benim çıkardığım anlam. Kızla aram iyi ve iyi niyetinden söyledi biliyorum. Bir dakika, önce mesajın aslını yazayım:


"Yarın sınıfça okula gitmiycez, sende gitme tamam mı?"

Sorun şu:

Ben bu okula nakil olurken bir sıkıntı yaşadım. Eski okulum 1 hafta boyu dosyamı yeni okuluma göndermedi ve bununla beraber benide yok yazdı. Gereksiz yere kayıtlara geçen devamsızlığım oldu üstelik ben yeni okuluma gidiyordum. Ha bu sebepten devamsızlığım fazla. Yani sadece o 4-5 gün değil, hasta oldum gitmedim v.s. o devamsızlıkla beraber arttı tabi. Durum böyle olunca devamsızlık yapmamam lazım; en azından raporsuz. Bu sebepten yarın(bunu 23 Nisan gecesi yazıyorum) okula gitmeliyim ama arkadaşın bu mesajından dolayı gitmiyorum. Düşüncesi bile kötü: bütün okul bomboş ve okula gitmişim.

Hani okula gitseler ne çıkar sanki. Millet okulu ekmek için neden arıyor yahu. Sırf şu yapayalnızlık hissi çekmemek için gitmiyorum okula. Olaya bak ya!


20 Nisan 2013 Cumartesi

Katıldığım Bir Diğer Hikaye Yarışmasının Hikayesi

Bu yarışmanın sonuçları şubat ayında açıklanmıştı. Kazanamadım maalesef ama yine de hikayemin çok da kötü olduğunu düşünmüyorum :) İşte hikayem :)

HUZUREVİNDE HÜZÜN


  İşte karşımdaydı. Aylardır ziyaret etmekten kaçındığım yer: Huzurevi… Ziyaret etmekten kaçınıyordum çünkü, korkuyordum. Onu anlattıkları gibi görmek, öyle olabileceğine ihtimal bile vermek bana acı veriyordu.

  Huzurevinin bahçesinde ilerlerken hüznün mevsimi sonbaharın etkileri barizdi. Ağaçlar yapraklarının hemen hepsini dökmüştü. Turuncu tonları etrafı çepeçevre sarmıştı. Hava bulutluydu ve serin bir rüzgar esiyordu. İki katlı huzurevinin eski kapısını açıp içeri girdim. Gördüğüm ilk bakıcıyı kolundan tutup, o gitmeye korktuğum odayı soracaktım ama boğazım düğümlendi. Nefes almakta sıkıntı çeken bir halde zar zor ismini söyledim. Halimi gören bakıcı beni odaya kendi götürmeyi teklif etti. Kabul ettim.

  Gıcırdayan merdivenlerden yukarıya çıkıyorduk. Bir an sendeledim. Kalbime tekrar tekrar saplanan acı daha da derine iniyordu. Duvara yasladığım elimi kalbime götürdüm; acımı dindirmek istercesine. Tedirgin bir suratla “İyi misiniz?” diyen bakıcıya cevap vermek için ancak kafamı sallayabildim. Derin bir nefes alıp son kalan basamakları da çıktım ve kapının önüne gittik. Kısık bir sesle “Sağolun” dedim. Bakıcı, hiç uzatmadan hızlı adımlarla benden uzaklaştı.

  Elimi, ahşap kapının üzerinde gezdirirken aklımdan bin türlü düşünce geçmekteydi. Sonunda elimi kapının kulpuna götürüp kapıyı açtım. Attığım ilk adımda aldığım kolonya kokusu, beni çocukluğuma götürdü. Diğer adımımda ise çocukluk anılarım, ortasından kırılıp günümüze döndürdü beni. Diğer adımlarımda kolonya kokusu daha da yoğunlaşıyordu ve sonunda onu gördüm.  Yüzündeki derin çizgiler; senelerin sıkıntısını, tecrübesini, hüznünü, kederini ve daha nicesini o istese de istemese de belli ediyordu. Oturduğu sandalyesinde gözlerini pencereye ciddi bir şekilde dikmişti. O bakışların altında kırgınlık, çocukça bir öfke, belki de unuttuğu geçmişinin bıraktığı boşluğun yarattığı huzursuzluk yatıyordu. Dedikleri gibiydi. Evet, unutmuştu. Hemen her şeyi… Alzheimer bir sülük gibi, geçmişini ele geçirip ondan besleniyordu. Her geçen gün tek tek unutuyordu; çocukluğunu, gençliğini, ailesini… Gözlerim dolarak:

-          Dede

Diyebildim. Aniden dalgınlığı bozuldu ve yavaşça yüzüme dönüp baktı. Bakıyordu, bakıyordu ama boştu. Sorgulamak bile istemiyor gibiydi. Sesim titriyordu, neredeyse ağlayacaktım:

-          Dede. Benim, torunun. Hatırlamadın mı?

İfadesi değişti:

-          Kim?

Diye sordu. İçimde varolan tek umut da paramparça olmuştu. Hatırlamıyordu işte. Oysa ben küçükken, beni görür görmez ilk o gelirdi yanıma, sarılırdı bana. Hediyeler alırdı, sevgi sözleri yağdırırdı. Ben onun torunuydum, canının canıydım.. Oyunlar oynardık, sadece dünyada ben ve o varmış gibi davranırdık. Ama şimdi… Kendimi arkamdaki sandalyeye bıraktım:

-          Hatırlayamadın mı beni?

-          Hayır.

Ağlamaya başladım. Hıçkırıklarla ağladım. Acım giderek artıyordu.

-          İyi misin?

Diye sordu, sordu olmasına ama içinde şefkatten çok merak var gibiydi. Kendi derdi kendine yetiyordu, bende karşısında oturmuş ağlıyordum. Durduramıyordum ama göz yaşlarımı.. Ayağa kalkıp hemen yanındaki yatağa oturdum. Gözlerinin içine bakıp:

-          Hiç mi tanıyamadın dede?

Diye sordum. Başını hayır dercesine salladı hafif hafif. Uzanıp elini tuttum, ağlamaya devam ediyordum. “Beni de unutmuş" diye içimden geçirdim. Başımı kaldırıp:

-          Peki, hatırlamana yardımcı olmamı ister misin?

-          Neyi?

-          Beni, diğer torunlarını, çocuklarını, aileni..

-          Benim ailem mi var?

Bu söz çok ağır gelmişti.. Hayatının amacı ailesi olan bir insanın, bir illet yüzünden amacını unutması ve bu unutanın dedem olması çok acı. Dedem gibi bir insanın: hayatı boyunca namuslu, ayaklarını hep yere basan, idealist, sevgi dolu bir insanın böyle bir hastalığa yakalanması... Boynuna sarıldım, daha da çok ağlamaya başladım.

-          Dede, niye sana geldi ki bu hastalık... Ben küçükken beni çok severdin dede. Hep beraber oyun oynardık. Hatta bak, bu kolyeyi sen aldın bana..

Boynumdaki kalpli gümüş kolyeyi ona gösterdim. Bakıyordu, sadece bakıyordu… Oda da durduğum her an daha çok acı çekmeme neden oluyordu ama çıkamıyordum. Eğer gidersem onu bir daha ki sefere ya artık hiç konuşamıyor olarak ya da ölmüş olarak görebilecektim. Hastalığı çok hızlı ilerliyordu, en azından doktorun dediği buydu. Tekrar elini tuttum ve eline kapanarak ağlamama devam ettim.

-          Dayanamıyorum dede, bu acıya dayanamıyorum. Seni böyle görmeye dayanamıyorum. Seni daha da kötü olarak görme ihtimalimden korkuyorum. Seni bu huzurevine hiç yatırmamalılardı, beni dinlemelilerdi. En azından hep yanımızda olurdun. Çocuklarından bu muameleyi hak etmiyordun sen. Hele bu muamelenin üstüne bu hastalığı hiç hak etmiyordun. Burada ne yapıyorsun, ne yiyor ne içiyorsun, ne düşünüyorsun…

Aklıma yıldırım gibi düşen düşünceyle irkildim. Başımı kaldırıp:

-          Benimle gelsene dede. Ben bakarım sana. Ev çok büyük zaten, temiz güzel bir odaya yerleştiririm seni. En azından son zamanlarını beraber geçiririz. Ha?

-          Olmaz.

Dedi. İfadesizce, yüzünü ben geldiğimde baktığı yere döndü ve başka kelime de etmedi. Çarpılmış gibiydim. Buruk bir hisle yüzümü çevirirken gözüm, çekmecenin üstündeki ciltli siyah deri deftere ilişti. Elime alıp okumaya başladım. Yazmayı hep seven dedemin günlüğü. Huzurevindeki her gününü, duygularını, evre evre hastalığını yazmış ve düşünme yetisi yavaş yavaş kaybolmaya başladığında da kalemi elinden bırakmış. Saatlerce o cama baktı, bense günlüğünü okudum.

  Çok üzülmüş, huzurevine yerleştirildiği için. Önce öfke duymuş çocuklarına, sonra kıyamamış kendi içinde affetmiş. Seneler önce vefat etmiş olan büyükanneme küçük mektuplar yazmış. Hastalığını ilk öğrendiğindeki acıyı yazmış ve sonlara yakın sayfalardan birisinde ise:

“ Çocuklarım, gelinlerim, damatlarım, canım ciğerim biricik torunlarım..

Evet, böyle bir hastalık beni yakaladı ve belki siz beni hatırlayıp da ziyarete geldiğiniz gün ben sizi tamamen unutmuş olabilirim. Hepinizi çok seviyorum. Beni huzurevine bırakmış olsanız da size kıyamıyorum. Şimdiden sizi unutacağım için özür diliyorum. Ben öldükten sonra miras kavgası yapmayın, vasiyetimi çoktan yazıp avukatıma verdim bile.

Son bir ricam daha var. Ben ölmeden önce umarım hepiniz beni ziyaret etmiş olursunuz. Gözlerinizden öpüyorum.”

Daha da çok ağladım. Dedemin yanağını öptüm ve defteri de yanıma alarak gittim. Her gün, dedem vefat edene kadar her gün dedemi ziyarete geldim.

Dedeciğim, keşke o huzurevine hiç yatmamış ve keşke hiç Alzheimer olmamış olsaydın…

18 Nisan 2013 Perşembe

Sakarlıklar Kraliçesi Bendeniz -.-"

Eveeet~~ İşte o konu: Sakarlıklarım... Hepsini anlatsam cilt cilt seri yaparımda ben özet geçeyim :D Ya tamam o kadar da kötü değil durum ama bu okula geldim geleli sakarlıklarım aldı başını gidiyor. Sakarlıklarım en çok okulda oluyor. Mesela evde bir sürü bardak çayı tek tepside hiç dökmeden taşıyabiliyorum ama okulda düz yolda yürüyemiyorum. Hiçbir yerde yapmadığım sakarlıkları okulda yapıyorum ve hatta hiç görmemesi gereken kişilerin önünde oluyor bu.. Hadi arkadaşların önünde olunca iki dalga geçiyorlar bitiyor ama... Hatta daha dün olanı anlatayım:
İngilizce dersinden çıktık, hocayla beraber merdivenlerin o tarafa doğru yürüyordum, sırtımda da çantam vardı(her ders için başka sınıfa gidiyoruz: ingilizce sınıfı, biyoloji labaratuarı v.s.). Hocayla konuşmam bitti döndüm tam yürüyücem bir baktım çantam tema kutusuna takılmış, kutuyu arkamda sürüklüyorum. Kutuda dana kadar, kartondan. Zaten bu olaydan sonra çantamı bir daha tek koluma takmam. O diğer kol süs diye yapıldı sanki şaşkın Zen! Herneyse arkamda arkadaşlar varmış. Kahkaha atarak gülüyorlar. O an ne hissettim biliyor musun?

(Nobody likes you: Kimse seni sevmiyor!)
Bu yetmezmiş gibi arkaların da bizim sınıftan aptal bir çocuk "Allah'ım yaa~~" diye söylenir dalga geçer bir halde yanımızdan geçip gitti. Sonra bahçeye çıktık, bu salak çocuk önceden bizim sınıfta olup eşit ağırlık sınıfına geçen diğer salak arkadaşına anlatıp gülüyorlardı. Bildiğiniz dalga geçme konusu oldum resmen yaa~~ Birde onun arkadaşı öyle uyuz birisi ki. Herkesle dalga geçen ve kendini mükemmel sanan birisi... Tabi ben ağır ablalığımı koruduğum sürece yüzüme karşı hiçbirşey diyemiyorlar o ayrı mesele :)

Sonra aynı gün merdivende tökezledim, ama düşmedim. Kimseye görünmeden koşarak yukarı çıktım. Allah'tan tam dönemeçteydim yoksa herkes görücekti. Arkadan arkadaş geliyordu. Ben kimseye anlatmadım ama o herkese yetiştirdi, "Az daha düşüyordu" diye. O kızın ağzında bakla ıslanmıyor yaa~~ Okula geldiğim ilk hafta ben buna birşey söyledim, diğer tenefüs bütün sınıftaki kızlar biliyordu. O derece yani. Allah'tan sır felan vermedim o kıza. Zaten öyle herkese sır verme huyum yoktur. Güvenim bir olayda sarsıldığı için güvenimi kazanmak çok zorlaştı.. Ha işte o tökezleme olayında da dalga geçme konusu oldum kızlarda.


Sonra yürürken resmen ilk defa yürüyor gibi oldum tabi, her bu düşme vakalarımdan sonra böyle oluyor. Bir sürü düşme olayım oldu da onları yazmıycam vala, o kadar da açık vermemek gerek :)



Öyle işte.. Aslında düşme nedenimi buldum ben galiba. Benim okul eteğim epey uzun ve bu okula geldim geleli bana bolardı: bacağıma dolaşıyor yürürken. Gerçekteeeennn :(



Öyle işte sıkıntılı günlerimde oluyor. Çok mu şikayetçiyim, yok hayır ama en azından sakarlıklarımdan kurtulmayı çok isterim :)

13 Nisan 2013 Cumartesi

Avea Meselesi

Bu olay olalı 1-2 ay oldu sanırım. Ama o sıralar pek yazı yazamıyordum. Şimdi yazayım bari ^^


Biz ailecek şirket hattı kullanıyoruz. Topluca vodafone dan avea ya geçmiştik. Bundan dolayı bize hediye 2000 TL lik teknosa çeki hediye ediceklerini söylemişlerdi. Söz verilen tarih geldi. 1 hafta sonra dediler, sonra 1 hafta sonraki tarih geldi başka bir tarih söylediler ve yine birkaç kez tekrar etti bu olay.. E sonucunda biz de sinir olduk. Telefon alma planlarımız vardı ablamla. Madem çek vercekler bizde çekle alırız diye düşünmüştük. Ama nooldu, çek gelmedi... Babam birkaç kez telden konuştu adamla en son adam çeki göndereceklerini ama 1 mi 2 yıllık mı ne anlaşma yapmamızı söyledi. Babam da uyuz oldu tabi. Başında böyle bir şart sunmamışlardı sonradan da şart sunuyorlar diye.

Sonuç ne mi oldu: topluca vodafone a geri döndük :D Gülmeme bakmayın hani çokda uyuz oldum bu hale. Avea hakkında kafamda oldukça kötü düşünceler oluştu ayrıca, burdan da avea ya duyrulur..